Sanırım hayatımda ilk kez bir
kitap hakkında yazma ihtiyacı, daha doğrusu gereği hissediyorum. Bu sanki Thérèse’nin
dillendiremediklerini dillendirmek, Émile Zola’nın kitabının 2.baskısındaki
savunucu ön sözünün bir destekleyicisi, bir nevi aidiyet, ahde vefa gibiydi.
Öyle ki kitabı okuyarak geçirdiğim 2 günde Zola ve tüm karakterler benimle
beraber İstanbul’u gezdiklerini, gittiğim her yerde eşlikçilerim olduklarını
söylemeliyim.
Bende yarattığı duygular öyle coşkun
oldu ki, kendimi Paris’te bir sonbahar akşamında, Guenegaud sokağında
ilerlerken buldum. Mazarine’den geçerken Seine sokağı ilgimi çekti.
Koridorumsu, dar ve karanlık bir o kadar da dökük Pont-Neuf pasajına göz atma
gereği hissettim. Her perşembe bulunmam gereken yerin o dökük Pont-Neuf pasajı
olduğunu duyumsadım; perşembe geceleri toplanmalarını, sohbetlerini,
misafirlerin birbirlerine karşı konumunu her hafta için ayrı ayrı canlandırdım
zihnimde. Bu nedenle bu yazıda hiçbir görsel yer almayacak. 1’i hariç, o ise benim
için Paris’in en özel görüntüsü. Size de tavsiyem Thérèse Raquin’e verdiğiniz
ilk şans kitabına olsun, filmine göz atmadan önce bırakın Zola size çizsin
görüntüleri.
Hikâyeye dönecek olursak Fransız
bir babanın Kuzey Afrikalı bir anneyle yaşadığı evlilik dışı bir ilişkisiyle
dünyaya gelir Thérèse. Annesini hiç tanımaz, babası tarafından bakması için Bayan
Raquin’e bırakılır, kısa süre içinde babasını da kaybeder zaten. Bayan Raquin
ona kendi soyadını verir, anne-babası gibi kimliğini de kaybeder Thérèse, Afrikalılığını
ise neredeyse hiç tatmamasına rağmen ruhunun derinliklerinde gizlidir kültürü.
Halasının hayatını hastalıklarla geçiren, cılız, ruhsuz, solgun oğlu Camille
ile evliliği ise halasının sanki babası tarafından bırakılırken hayal ettiği
bir kurgudur. Yaşları eriştiğinde ise bu kurgunun sonucu Camille ile evlendirilir.
Öyle ki başka seçeneği, daha doğrusu hayattan bir beklentisi olmayan Thérèse
için Camille ile evli olması ve önceki hayatı arasında pek de bir fark olmaz.
Pasaj dışında insanların varlığı, insanlar arası kurulabilen ilişkiler,
hissetmek, duygular ona çok uzaklaşmıştır. Ya da gerçekten uyuşuk bir bedenin
içine hapsedilmiştir. Bunu keşfetmenin Thérèse’nin elinde olup olmadığına dair
bile en ufak bir fikir yaratmaz Zola zihnimizde, ta ki olayların akışını
yakalayana kadar. Zola’nın karakterleri betimleyişi o kadar net hatlara
yedirilmiştir ki, anlatılırken Camille’in çelimsiz yüzüne ve vücuduna acıma
gereği duyarsınız, Bayan Raquin’in oğlunun üzerine titreyişine, yeğenini oğlu
için bir eş vazifesiyle yetiştirmiş, planından oldukça memnun bir o kadar gururlu
anne rolüne, Thérèse’ninse donuk bakışlarının altında bastırılmış coşkun ruh
haline yabancılık çekmezsiniz. Bu anlamda ruh halleri ve betimlemelerdeki
ilişkilendirmelerde Zola ne kadar başarılı olduğunu bir kere daha ispatlar
okuyuculara. Çağdaşı ressam arkadaşlarından mı öğrenmiştir, bilinmez. Ancak
kelimelerle resim yapmanın ne demek olduğunu tekrar tekrar ispatlar.
İşte bu üç karakter, pasajın
içinde yer alan tuhafiye ve hemen üzerinden yer alan evleriyle birbirinden hiç
de farklı olmayan günler, aylar hatta yılların akışına bırakmışlardır
kendilerini. Ta ki Camille’in eski komşuları, son zamanlarda başıboş bir ressam
olma hayaliyle babasından kalacak mirasın yollarını gözleyen, demiryolları
memuru Laurent’le karşılaşana kadar. Öyle ki önce her Perşembe Raquin’lerin haftalık
misafir kabul günlerinin vazgeçilmez bir ferdi olur, sonra ise kişisel
çıkarlarıyla Thérèse’yi, içindeki duygularını bastırmış vahşi kadını baştan
çıkarmaktan geri kalmaz. İkili arasında gerçekleşen tutkulu ilişki öyle
bastırılamaz boyuta gelmiştir ki, birbirleriyle daha rahat bir araya gelebilmek
için Camille’i ortadan kaldırma fikri çıkar karşılarına. Bunun yolunu da hep
birlikte gittikleri bir gezinti sırasında Camille’i Seine nehrinin serin
sularına atarak bulurlar. Cinayet öyle kusursuz gerçekleşir ki, zavallı Laurent
herkesi kendisinin Camille’i kurtarmak için canı pahasına suya korkusuzca
atılan bir kahraman olduğuna dahil inandırır. Hatta kendisini tanımayan
denizcilerden şahitler bile bulur. Cinayetten geriye ise Camille’in son
çırpınışları sırasında sözde kahraman Laurent’in boynuna bıraktığı diş izleri
kalacaktır. Camille’in ölümü kusursuz bir planın ürünüdür. Bayan Raquin
tarafından Laurent kahraman, Thérèse ise acınası dul durumuna düşer. Öyle ki
anne Raquin’in her iki karaktere karşı duyduğu hisler, ikilinin evlenmesine kadar
gider. Bu noktaya kadar her şey beklenmeyecek kadar yolundadır. Laurent ve Thérèse
istedikleri kadar saklamadan birlikte olabilecekler, Laurent ise hayal ettiği
aylak ressamlık günlerine dönebilmek için Bayan Raquin’in birikimini
kullanabilecektir. Kimsenin tahmin etmediği bir nokta vardır ki o da her iki
karakterin yaşayacağı iç hesaplaşmadır. Sanki yatakta Camille Laurent ve Thérèse’nin
arasında uzanmaktadır. Hikâye boyunca Laurent Camille’in boynunda taşıdığı diş
izlerinin acısını unutamaz. Resim yapıp hayalini kurduğu hayatı yaşamanın çok
yakınındaki Laurent çizdiği bütün portrelerde Camille’i görür, eli ne yaparsa
yapsın Camille’i çizmeye götürür onu. Artık bu iç hesaplaşma öyle bir boyuta
ulaşır ki bırakın tutkulu bir ilişki yaşamayı, birbirlerini suçlayarak nefret
edecek boyuta gelirler. Bu nefretin, iç hesaplaşmanın ve vicdan azabının bir
tek kurtuluş yolu vardır, o da ölüm.
Kitaba başlamadan önce Émile Zola’nın
2.baskı için hazırlamış olduğu önsözü okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Şayet,
“Her akşam insanların yatak odaları ve kişisel dolaplarından haberler veren
küçük gazetelerin bizzat kendileri, pislik ve kokuşmuşluktan bahsederek
burunlarını tıkadılar. Bu karşılamadan hiçbir şekilde şikayetçi değilim;
aksine, meslektaşlarımın genç kızlar kadar hassas sinirlere sahip olduğunu
görmek beni büyüledi.” Cümlesi gibi çarpıcı ve kendisine yöneltilen
eleştirilere karşı oldukça açık sözlü yanıtları olmuş Zola’nın. Aslında amacı
kişilikleri değil, mizaçları birebir incelemek. Bu doğrultuda değerlendirmek
doğru olacaktır. Thérèse ve Laurent’in karakter olarak ruhsuzca betimlenmesi de
işte bu sebepten.
Zola genel olarak romantik bir
edebiyatçı da olsa, eserlerinde hep bir bilimsellik güdüsü yatar. Thérèse
Raquin’de de bu böyledir, kendince karakterler arası sorunlar yaratıp, onları
çözmeyi amaç edinir.
Kitabı dönemin Fransa’sı, hatta
daha geniş bir çerçeveyle Avrupa’sıyla ilişkilendirecek olursak ise sanayi
devrimi, sonrasında gerçekleşen şehirleşme, köyden kente göç ve beraberinde yaşanan
toplumun tüm kesimini yansıtan “gerçekçi” sanat akımını yansıttığını
söyleyebiliriz. Yenileşme ve modernleşmeye karşı hala eski imajıyla Pont-Neuf
eski Paris’i yansıtır.
Émile Zola’nın bu kitabı uzun
hikayeler şeklinde “Un Mariage d’amour” adıyla L’Artiste gazetesinde yayınlamıştır.
Eserine “fizyolojik bir çalışma” diyen Zola, Antik Yunan’a dek uzanan bir imgeleme
kullanmıştır. Öyle ki lenfatik tip (Camille), sinirli tip (Thérèse) ve şehvetli
tip (Laurent) hikâyenin belkemiğini oluşturur. Thérèse’nin bu şehvetli ama esasında
sinirli kişiliği natüralizmin en büyük soya çekim örneklerindendir.
“Bir dramın okuru gırtlağından
yakaladığını unutmayınız. Seyirci öfkelenir ama unutmaz. Ona kabuslar
gördürecek, hiç olmazsa hafızasında yer edecek aşırı kitaplar sunmak gerekir”
der Émile Zola Thérèse Raquin için. Ne doğru yorumdur. Bu aşırı kitapla ve Émile
Zola ile keyifli okumalar.
Paris Street; Rainy Day, Gustave Caillebotte, Place de Dublin, 1877
Oil on Canvas, 2,12 m x 2,76 m, Art Institute of Chicago Building,
Yorumlar
Yorum Gönder